Bir rivayete göre, melekler insanların işlediği günahları görünce onları ayıpladılar ve Allah'a: 'Yeryüzüne halife olarak seçtiğin bu günahkarlar mıdır?” dediler. Cenab-ı Hak da: 'Eğer onlara verdiğimiz...
Bir rivayete göre, melekler insanların işlediği günahları görünce onları ayıpladılar ve Allah'a: “Yeryüzüne halife olarak seçtiğin bu günahkarlar mıdır?” dediler. Cenab-ı Hak da: “Eğer onlara verdiğimiz nefis sizde olsaydı aynı şeyleri siz de yapardınız?” cevabını verdi. Onlar: “İmkansız, biz böyle bir şey yapmayız ve bu bize yakışmaz” dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: “En huylunuzdan iki melek seçiniz.” emrini verdi ve onlar da, Hârut ve Mârut'u seçtiler. Hârut ve Mârut, onların içinde Allah'a en çok ibadet eden ve en iyi huylu olan iki melekti. Bunlar bir insanda mevcut olan şehvet gibi huylar ve benzeri hallerle teçhiz edilip yere indirildiler. Vazifeleri, gündüz halkın davalarına bakmaktı, akşam olunca tekrar semaya uruc edeceklerdi. Allah kendilerini, şirkten, haksız yere bir kimseyi katletmekten, içki içmekten ve zinadan men etmişti. Vazifeleri gereğince gündüz halkın davasına bakıyorlar, akşam olunca da, İsm-i Azâm'ı okuyarak semaya çıkıyorlardı.
Günün birinde kendilerine, insanların en güzellerinden olan Zühre isimli bir kadın müracaat etti. Bu kadın Lahm kabilesindendi (bir rivayete göre, İranlı ve memleketinin melikesiydi). Kadının şikayeti kocası ile ilgili idi. Melekler, bu kadını görünce, içlerine kurt düştü ve ondan murat almak istediler. Kadın onların bu teklifini reddetti. Israrları üzerine kadın: “Siz davayı benim lehime karara bağlamadıkça ben size evet demem.” dedi. Bunun üzerine kadının isteğini yerine getirdiler. Kadın, onların teklifine yine yanaşmadı ve ikinci olarak onlardan kocasını öldürmelerini istedi. Onlar da öldürdüler. Kadın, yine onların isteklerine yanaşmadı ve onlardan üçüncü şartı yerine getirmelerini istedi ki, o da içki içmeleri ve gösterdiği puta secde etmeleriydi. Bu şartları da yerine getirdiler. Melekler tekliflerini tekrarlayınca, kadın bu defa da onlardan, kendilerini göğe yükselten şeyi öğretmelerini istedi. Onlar da kadına İsm-i Azâm'ı öğrettiler. Kadın, İsm-i Azâm'ı okuyarak göklere yükselince, Allah onu bir yıldıza dönüştürdü.
Akşam olunca, iki melek adetleri gereği göğe çıkmak istediler. Lakin, göğe çıkamadı. Başlarına gelen felaketi anlayınca, İdris'e müracaat ettiler. Kendisinden şefaat dilediler. O da kabul etti. Neticede, Allah kendilerini, dünya azabıyla ahiret azabından birini tercih etmeleri için fırsat verdi. Onlar, kısa süreli olduğu için dünya azabını tercih ettiler. Şimdi onlar, Bâbil'de cezalarını çekmektedirler. Onların, saçlarından asılı oldukları söylenmektedir ve bu durum, kıyamet kopuncaya kadar devam edecektir (h).
Hârut ile Mârut ve Meleklerin İsmeti
Meleklerle ilgili İslâm itikadı gözden geçirilirken "Meleklerin Allah'a isyan etmeyecekleri" açıkça görülmektedir. Bu husus, Kur'an-ı Kerim âyetleri ile de sabittir (j).
Hâl böyle iken, Hârut ve Mârut adındaki meleklerle ilgili olarak halkın dilinde dolaşan ve bazı kitaplarda yer alan yersiz söylentilerin İslâmî inançlarla bağdaşması kâbil değildir. O söylenti şudur Yeryüzüne indirilen bu iki melek, -hâşâ- Zühre adındaki güzel bir kadına tutulmuşlarmış da, kendisiyle güya zina etmek istemişlermiş de, o fahişe de bu meleklerden Allah'a şirk koşmalarını istemiş fakat melekler, bu teklifi kabul etmemişler.
Bir defasında bu melekler, o kadına, aynı arzuyu tekrarlayınca Zühre, kucağında taşıdığı çocuğu gösterip; "bunu öldürmedikçe dediğinize razı olmam." demiş, melekler bu teklifi de kabul etmemişler.
Başka bir gün, bu çirkin teklifi gene tekrarlamışlar. O kadın da elinde taşıdığı kadehin içindeki şarabı içmedikleri takdirde arzularına râm olmayacağını söylemiş imiş de onlar da -hâşâ- şarabı içmişlermiş. İçkinin tesiriyle sarhoş olunca o çocuğu öldürmüşler ve kadınla da güya zina etmişler. Zühre adlı bu fahişe, Hârut ve Mârut'tan göğe çıkarken okudukları İsm-i âzamı sorup öğrenmiş imiş ve öğrendiğini okuyarak semaya çıkmış ve orada yıldız olup kalmış. "Zühre" adlı yıldız işte bu kadın imiş!!!
Meleklerin yüce mahiyetine ve pırıl pırıl şerefine uymayan bu gibi beyanların hepsi zayıftır (k).
"Bunlar, İsrail oğullarının verdikleri haberlere râcidir. Çünkü bu hususta isnadı, günahtan masum ve her hususta doğru bulunan yüce Peygamberimize ulaşan sahih ve merfû bir hadis yoktur" (l).
"Ne Allah Teâlâ'nın kitabında, ne de Resulullah (s.a.v.)'ın hadislerinde bu haberin doğruluğuna delâlet eden bir beyân da yoktur" (a8).
"Bu bâbda uydurulan hurâfelere itimat olunmamalıdır. İşte sahih olan haber Kitabullah'tadır" (m).
Bu haberin doğru ve mûteber olmadığına delâlet eden hususlardan biri de şudur: Hârut ve Mârut isimli bu meleklerin yeryüzüne inmesi, Süleyman Aleyhisselâm'ın Peygamberliği zamanına tesadüf etmektedir. Halbuki "Zühre" yıldızının yaratılması, göklerin halk olunduğu zamanda olmuştur (a10).
Hârut ve Mârut isimli bu meleklerle ilgili meselenin ehl-i sünnet mezhebi hükümlerini zedelemeyecek yönü şudur:
Süleyman Aleyhisselam zamanında, şeytanlaşmış insanlar, cin şeytanlarını sihir yoluyla kendilerine bağlamışlardı. Cin şeytanları semâlara doğru yükselerek, yeryüzündeki hâdiselerle ilgili konuşmalardan kulak hırsızlığı yaparlar ve meleklerden duydukları bir söze yüz de yalan katarak o devrin kâhinlerine ve sihirbazlarına haber verirlerdi.
Şeytanların nâşir-i melaneti olan bu kimseler, yalan yanlış bu haberleri, halkın arasında yaymaya çalışırlar ve yazarak halka okurlardı.
Bu kâhinler; cin toplamayı, onlar vasıtasıyla sihir yapmayı ve efsunculuk şekillerini halk arasında yaydılar. Beşerî topluluklarda baş gösteren fesat ve kargaşalıklar yüzünden halk arasında yanlış inançlar yayılmaya başladı. Bir takım kimseler, cinlerin gayb-ı bildiğini iddia eder ve inanır oldular.
İşte bu sırada Cenâb-ı Hak, hikmet-i ilâhîsi iktizasından olarak Hârut ve Mârut isimli bu iki meleği yeryüzüne indirdi ve Bâbil şehri halkına gönderdi.
Bu melekler, halka sihrin zararını ve mahiyetini haber veriyor, mucizeyi sihirden ayırd edecek bilgi ile insanları teçhize çalışıyorlardı. Sihrin doğruluğuna inanıp veya sihre dâir olan şeyleri kullanıp da küfre gitmemeleri için halkı ikaz ediyorlardı. Bu hususla ilgili âyet-i kerimeyi, muhterem okuyucularımla birlikte tetkîk ve tahlil etmek isterim:
"Şeytanların; Süleyman'ın mülk(-ü saltanat ve nübüvvet)i aleyhinde uydurup takip ettikleri şeylere (yalanlara) uydular. Halbuki Süleyman asla kâfir olmadı. Fakat o şeytanlar kâfirdiler ki, insanlara sihri (büyücülüğü) ve Bâbil'deki iki meleğe, Hârut ve Mârut'a indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Halbuki onlar (o iki melek): "Biz ancak fitneyiz (imtihan için gönderilmişizdir), sakın (sihir, büyü yapıp da) kâfir olma" demedikçe, hiç bir kimseye (sihir) öğretmezlerdi. İşte onlardan (o iki melekten) koca ile karısının arasını ayıracak şeyleri öğreniyorlardı..." (a).
Yukarıdaki âyetin meâli tetkik süzgecinden geçirildiğinde bazı hakikatlerin ortaya çıktığı gözden kaçmamaktadır. Şöyle ki:
a) Âyet-i kerimedeki "ve mâ ünzile" ilh.. cümlesi, yukarıdaki "es-sihra" kelimesine mâtuftur. Mâtuf le mâtufun aleyhin birbirine mubâyin olacağı nahvî bir zarurettir. Bu itibârla Hârut ve Mârut'a indirilen bilgiler sihir değildi. Fakat sihir halinde kullanmaya müsait bulunuyordu, Bu sebeple o bilgileri kötüye kullanmanın küfür olacağı, bizzat bu melekler tarafından, "telâ tekfur" ihtâriyle haber veriliyordu.
b) "Es-sihra" kelimesi, "yüallimûne" fiilinin ikinci mef'ûlü; "ve mâ ünzile" cümlesi, onun matufu olduğuna göre, sihri de meleklere indirilen bilgileri, sihir olarak kötüye kullanmayı da halka öğreten şeytanlardı.
c) Melekler; sihrin mahiyetine ışık tutuyorlar, onun itikâdî zararlarını ve amelî safhasının küfre götüreceğini haber veriyorlardı. Sihrin haram olan yönü, onun nasıl yapıldığını bilmek olmayıp, ameli haysiyetidir (m2). Yani, sihrin nasıl yapılacağını bilmek değil, bizzat sihri yapmaktır. Bir bıçağı kurban kesmekte kullanmanın suç olmayıp, bir cinayete âlet yapmanın haram olduğu gibi...
d) Hârut ve Mârut, sihrin ilmî cihetine ışık tutarken; "Biz ancak bir fitneyiz (imtihan için gönderilmişiz), sakın (sihir yapıp da) kâfir olma" diyerek sihrin amelî tarafından halkı nehyetmekte ve gerekli ikazda bulunmaktaydılar.
e) Koca ile karısının arasını ayıracak şeyi öğrenme arzusunun halktan gelmiş bulunduğunu, Hârut ile Mârut'un; "Gelin, size zevc ile zevcenin arasını ayıracak şeyi öğretelim." diye bir çağrı vâki olmadığını âyetin metnindeki "yeteallemûne=öğreniyorlardı" ifadesinden açık ve seçik olarak anlamaktayız.
İşaret edilen bu noktalardan başka Hârut ve Mârut, diğer melekler gibi, günahtan uzaktırlar Kur'ân-ı Kerim'de meleklerle ilgili olarak buyrulmaktadır ki:
"Onlar, Allah'ın kendilerine emrettiği şeylere asla isyan etmezler" (n).
"Hayır, onlar, ikrâma mazhar edilmiş kullardır. Bunlar söz(leriy)le asla onun önüne geçmezler. (Bilakis) bunlar ancak onun emriyle hareket ederler"
"(Evet) kendilerine her suretle kâhir ve hâkim olan Rablerinden korkarak (daima ona inkıyat ederler. Melekler de) ne ile emr olunurlarsa onu yaparlar"
Kitab-ı ilâhînin bu açık beyanı karşısında meleklerden günahın vukuu nasıl kabul edilebilir? Muhâlfarz, onların günah işlediği kabul edilecek olsa, yaptıkları o günahın da Allah'ın emri olması gerekir. Kur'an-ı Sâdıku'l-beyânın şu âyet-i böyle bir ihtimali, katiyetle reddetmektedir:
"Allah, hiç bir zaman kötülüğü emretmez."
"Biz, o melekleri hak(km hikmeti ve kaderin bir iktizası) olmadan indirmeyiz."
Bunun dışında kalan ve meleklerin ismetiyle münasip düşmeyecek beyanlar, fehmin yerini vehme bırakmış insanlara has bir davranış olur.