Kul, Osmanlı Devleti’nin kapıkulu askerleriyle askerî ve mülkî idarecileri için kullanılan terimdir. Bu nedenle herhangi bir mahzur söz konusu değildir.
Sözlükte “esir, köle” anlamına gelen kul, Osmanlı döneminde özellikle Fâtih Sultan Mehmed’den itibaren “tebaa, hizmetkâr ve sadık” mânalarında kullanılmış, bu arada “kapı kulu, kul kethüdâsı, kul kardeşi, kuloğlu, yerli kulu” gibi kavramlar ortaya çıkmıştır.
Devşirme kökenli kulların hukukî anlamda köle olduklarını söylemek mümkün değildir. Zira bunlar, devletle zimmet akdi yapmış reâyâ denilen hür Hristiyan ailelerin çocukları olup, kendileri için devşirildikleri yerlerden giderlerine karşılık olarak “kul akçesi” adıyla bir miktar para alınırdı. Buradaki "kul" terimi, bunların devletin hizmetine girmeleri ve padişaha bağlı hassa askeri olmalarıyla ilgilidir.
Dîvânü lugāti’t-Türk’te "kul" kelimesine Osmanlı kullanışına uygun olarak “tâbi, hizmetkâr, sadık” anlamları verilmiştir (bk. I, 282).
Genellikle askerî hizmette bulunma karşılığı olan bu kavram bazen vezir tebaası için de kullanılmıştır. (İnalcık, Fatih Devri, s. 198)
Osmanlılarda köle emeğine dayalı uzun süreli bir üretim tarzı söz konusu değildir. Âzat edilmedikçe savaş esirlerinin bir müddet ortakçı kul olarak çalıştırılması, sadece belirli bir bölgeye has ve uzun sürmeyen bir uygulama olmuştur.
Eski Arap-İslâm devletlerinde saray, ordu ve idare hizmetlerinde çalıştırılan gulâmlar İslâm-Türk devletlerinde de istihdam edilmiştir. Zira saltanatın korunması amacıyla hassa ordusu oluşturma geleneği Arap-İslâm ve Türk-İslâm devletlerinde vazgeçilmez bir uygulamaydı. Nitekim Selçuklu Veziri Nizâmülmülk tarafından ordunun çeşitli yabancı unsurlardan meydana getirilmesi tavsiye ve teşvik edilmekteydi. (Siyâsetnâme, Gazavât-ı Sultân Murâd, s. 146 vd.)
Osmanlı Devleti’nin kapıkulu ocakları da bu geleneğin devamından başka bir şey değildir. Osmanlı Devleti’nde gulâmlar daha ziyade gılman veya yaygın olarak kul terimiyle ifade edilmiştir. Türkler’in kurduğu İran Safevî Devleti’nde kul kelimesi mensubiyet ifade eden “şah kulı, Tahmasb kulı, Ali kulı, imam kulı” şekillerinde lakap olarak da yaygınlık kazanmıştır.
Osmanlılar’da devlet hizmetlerinde Türk asıllı olmayan grupların istihdamı Osman Bey dönemine kadar iner. Nitekim 1.300’lü yılların başında 500 kişilik bir alan savaşçı grubunun Osman Bey’in yanında yer aldığı bilinmektedir. Savaş esirlerinden askerî amaçlı olarak faydalanılmaya başlanması hakkındaki ilk bilgiler Orhan Bey dönemine (1324-1360) aittir.
I. Murad zamanında (1360-1389) teşkilâtlanan Yeniçeri Ocağı’nın temeli, çıkarılan pençik kanunu gereğince savaş esirlerine dayandırıldı ve bundan sonra kul asıllılar devlet idaresinde giderek ağırlık kazandı. Özellikle devşirme kanunu gereğince Osmanlı tebaası hıristiyan çocuklarından bazılarının askerî hizmet ve öteki devlet hizmetleri için toplanmaya başlanmasından sonra başta sadrazamlık olmak üzere yüksek dereceli devlet kadrolarına kul asıllı kimseler getirildi.
Osmanlı hükümdarları bu kişilerden aynı zamanda merkezî otoriteyi güçlendirmek için yararlandı. Meselâ I. Murad kul asıllı Lala Şâhin Paşa sayesinde, sınır boylarında yarı feodal bir hayat yaşayan akıncı kumandanı Evrenos Bey’i kendi otoritesi altına almıştı.
Osmanlı padişahlarını, özellikle de Fâtih Sultan Mehmed’i bu yola sevkeden başlıca etken, merkeziyetçi hükümranlığını güçlendirmek ve buna bağlı olarak devletin ömrünü uzatmaktı. Zira hânedana dayalı Ortaçağ devletlerinde ülke birliğinin temeli ve bekası hânedana bağlıydı. Nitekim Şehzade Mustafa’nın siyaseten katli sırasında Türkiye’de bulunan Avusturya elçisi Ootgeer G. van Busbeke de aynı hususa temas eder. (Türkiye’yi Böyle Gördüm, s. 42)
Köklü aileler gibi bir temeli bulunmayan devşirme kul sistemi hükümdara daha rahat tasarruf hakkı sağlıyordu. Nitekim Çandarlı Halil Paşa’nın bertaraf edilmesindeki sıkıntılar kul asıllı olan Vezîriâzam Mahmud Paşa, Gedik Ahmed Paşa ve Makbul İbrâhim Paşa’nın idamlarında yaşanmamıştı. (bk. TDV İslam Ansiklopedisi, Kul md.)