Kadın olmak ana olmak, aslında sanıldığı kadar kolay bir iş değil. Yaşamın tek bir ustası varsa oda kadınlardır.    Yıllar önce bir resim sergisine gitmiştim, yüzlerce güzel tablonun içinde biri vardı ki; çığlığı Kaf dağından...

Kadın olmak ana olmak, aslında sanıldığı kadar kolay bir iş değil. Yaşamın tek bir ustası varsa oda kadınlardır.

Yıllar önce bir resim sergisine gitmiştim, yüzlerce güzel tablonun içinde biri vardı ki; çığlığı Kaf dağından duyuluyordu. Güneydoğu’lu başında tülbendi bir gözü Dicle, bir gözü Fırat Nehri olarak tuvale yansımıştı gibi, gözyaşları tıpkı bin yıllardır akan Fırat ve Dicle’yi andırıyordu. Dünya kurulduğundan bu yana bereketin güzelliğin sembolü olan Dicle ile Fırat yaşlı kadının gözlerinden temsil edilmişti. Resmi yakından incelediğimde, bin yıllardan bu yana Mezopotamya topraklarında Dicle ile Fırat’ı besleyen meğer anaların gözyaşlarıymış!

Tarih boyunca anaların çığlığı ve acısıyla korkup kaçmış ovadan ak kanatlı güvercinler.

Bir parça kıraç toprak, töreler, aşiret kanunları, güçlünün, güçsüze diş geçirdiği bu bölgede gün geçmiyor ki; anaların gözyaşları sadece tülbentlerini değil toprağı ıslatıyor.

Birkaç gün Önce Siverek’te kurşunlara hedef olan gerisinde yetim yavrular bırakan ömrünün baharında toprağa düşen iki kadının ölüm çığlığı karşısında isyana durdu gözlerim..

Yeter değil mi? Allah aşkına yeter değimli bu ölümler ve anaların gözyaşları dursun artık isterse Fırat İle Dicle kurusun!...

Tarihten bu yana Mezopotamya kadınlarının gözyaşları hep akar tıpkı Dicle ve Fırat gibi. Bazen Fırat’ın azgın sularının sesinde sağırlaşır tüm yürekler, bazen de Dicle gibi sessiz tıpkı gömleği kefen olan nazlı bir gelin misali ağlar, acılarını kendi içinde yaşar ve benim coğrafyamda ya yüreğinde ya da gözlerinde yaşar herkes kendi acısını, İnsanın feryadı sessiz çığlıklara döner. Tüm çabalarına rağmen kurtaramaz, alamaz Azraillin elinden sevdiklerini, ak tülbendi gözyaşlarıyla ıslanırken, kanla sulanır bastığı topraklar. Kadının yüreği o kadar yanar ki; kış ayazında güneşi ısıtır acı dolu şimşek gibi öfke saçan gözleri. Bedeni savrulur rüzgârlara, söylenmemiş türküleri varken, teslim olur kara bahtına, teslim olur da yaşayamaz insanlığını, kadınlığını, analığını…

Huzur içerisinde sevgiyle yaşamak yerine, duygulara verilen değerler hep korku içerisinde yaşanır kadim kentlerde. Ölme ve öldürme psikolojisiyle korku içerisinde sessiz ağıtlar dönüşür benim coğrafyamda.

Ne kadar acıdır ki; kadınların yüzyıllarca söylenecek Kürtçe-Türkçe ağıtlarına şahit olup hayata dair tüm duygularını nasıl yitirdiklerini yaşayarak Öğrenmek varmış yaşantımda.

Öç alma duygusuyla, ortaya çıkan, hain tuzaklar kurarak karşılıklı cinayetlere sürüklenen hatta aile-akraba içi kan akmasına neden olan kan davaları günümüzde hala devam etmektedir. Etik çerçevede hak arama sürecine girilmediği, konuşarak, uzlaşarak sorunların çözülmediği, hak ve adalet duygularına inanılmadığı, tatmin olunmadığı durumlarda kişiler içindeki öfkeyle cezayı kendi kesmeye, kendi hukukunu uygulamaya karar verir.Geçmişten günümüze kan davaları yiğitlik delikanlılık, görülüp erkekliğin şanından sayılır. Bireyin yaptığı hatadan, işlediği cinayetten dolayı karşı taraf yaş cinsiyet gözetmeden tüm aileyi sorumlu tutar. Hain planlarını bu doğrultuda hazırlar ve eyleme dönüştürür.

Ne kadar acıdır ki kan davasının en büyük mağduru kadın ve çocuklardır. Kadınların dul evlatların yetim kalmasının akabinde yaşanan trajediler genelde arazi anlaşmazlığı yüzünden başlar. Yaşanan kanlı süreçte kadınlar ve çocuklar hedef seçilmezken, yakın zamanda Siverek’te yaşanan olayda kadın ve çocukları gözetmeksizin haince saldırı yapılması ve kadınların öldürülmesi olayların ne kadar çığırından çıktığını ve öfke kontrolsüzlüğünün insanların gözünü nasıl kör ettiğini gösteriyor. Kan davasını devam ettiren erkekler yaptıkları insanlık dışı eylemlerle ya öldürülüyor ya da suç işlediği için cezaevine düşerken geride kaderine terkedilmiş gözü yaşlı dul kadın, yetim çocuklar, gözü yaşlı analar bırakıyor.

Yaşamı boyunca babam, ağabeyim, kocam öldürür diye korkan kadınlar, günümüzde aile fertlerinden birinin ters düştüğü kişiler yüzünden öldürülüyor.

Bir zamanlar; tülbendini yere atıp ölümlerin önüne geçen kadınlar şimdi erkelerin bencilliği, mal hırsı ve cehaleti yüzünden ölüyor, öldürülüyor. Olayları derinlemesine incelediğimizde zaman zaman kan davasına sürükleyen kişilerin kadınlar olduğunu görüyoruz. Kadın kanlı gömleği intikam için saklarken, ak tülbendini yere atıp ölümleri durduruyordu bu coğrafyada. Ye yazık ki; günümüzde bencilik ve aç gözlülük adına, töreler adına artık yağlı kurşunların hedefi kadınlar ve genç kızlar oluyor.

Günümüzde insanlar uzaya şehirler kurarken, benim coğrafyamda namlular bu kez kadınlara yönlendiriliyor günahsız masum insanlar katlediliyor, her gün daha çok duyuluyor Fırat ve Dicle’nin isyan sesi.

Sahi bize ne oldu? Neden anasından doğarken ağlayan kadınlar bir ömür boyu ağlıyor, yetmiyor kadınlar ölürken ağıtları şivanları kızlarına geçiyor. Kız çocukları hayatın baharında iken aile büyüklerinin aldığı kararla yaşamları tam bir drama dönüşüyor. Diploma yerine babalarının, ağabeylerinin kanlı gömleklerini alıyorlar ellerine, en zorlu sınav başlıyor hayatlarına dair. Erkek çocukları küçüklükten intikam duygusuyla aşılanıyor, büyüyüp babasının katilini öldüreceği günlerin hayali kuruluyor, planları yapılıyor. Ağlama sırası bu masum yavrularda. Düşünüyorum; hangi din hangi inanç hangi kanun bunu kabul eder? Nerede insanlık, nerede dinlerin kutsal kanunları nerede vicdan, merhamet, adamlık, nerede Allah aşkına, Muhammed aşkına ne zaman bu coğrafyaya gelecek adalet?

Ve Fırat, Dicle bu gün bile kan akıyor kan….