Eski zamanlarda Bağdat'ta kendi halinde fakir, salih bir dokumacı yaşardı.
Eski zamanlarda Bağdat'ta kendi halinde fakir, salih bir dokumacı yaşardı. Kurban bayramının birkaç hafta öncesiydi. Şehrin ileri gelenleri hac için hazırlık yapmaktaydılar. Onların bu tatlı telaşını gören fakir dokumacının içine bir ateştir düşüverdi. Hacca gitmek istiyordu ama ne parası vardı, ne yol azığı. Gönlünü yakıp kavuran bir sevda... Bütün sermayesi buncağızdan ibaretti.
Hani bir dem gelir, kulda kendi benliğinden eser kalmaz, içinden biri seslenir ya ötelere. Geri dönmez o anda dilekler, uzaklar yakın olur, imkansız diye bir şey kalmaz ya... İşte öyle bir vakitte hacca niyetlendi dokumacı. Gecenin bir yarısı gözyaşları içinde açtı ellerini:
- Ya Rabbi, nasip et ben de geleyim. Kullarının malı-mülkü var, benim senden gayrı kimsem yok. Sana sığındım, sana dayandım. Sen de beni nimetlendirip bana ihsan eyle...
Sabah olunca yol için hazırlıklarını yaptı, yenice yola çıkmış olan hac kafilesinin ardına düştü. Yaklaşıp selam verdi yolculara. Onu görünce şaşırdılar. İçlerinden bir hoca yanına gelip, perişan haline bakarak:
- Ne o komşu, sende mi hacca gidiyor-sun, dedi dudak bükerek.
Sevinç içindeydi dokumacı. Bayram sabahına uyanmış çocuklar kadar mutluydu.
- İnşallah hocam, dedi; Beytullah'ı tavaf etmeye, Ravza'ya yüz sürmeye gidi-yorum. Rabbim nasip ederse...
Bu sözler üzerine arkadaşlarına bakıp güldü hoca. Niyeti dokumacıyla eğlenmekti:
- Komşu, Allah mübarek etsin, ama bakıyorum da ne bineğin var, ne yol azığın. Bari cebinde birkaç bin akçen var mı?
Bayramın ne olduğunu bile bilmeyen çocuklar kadar saftı dokumacı:
- Allah bana yeter, beni yedirir. Bütün alem onun elinden rızıklanmıyor mu?
Kafiledekiler gülüştüler, hoca arkadaş-larının yanına döndü.
Nihayet uzun ve zorlu bir yolculuktan sonra mübarek topraklara ayak bastılar. Tavaflarını yaptılar, Arafat'ta vakfeye durdular, hac görevini bitirip, gerisin geri memleketlerine doğru yola koyuldular. Hac boyunca dokumacı ve kafiledekiler birbirlerini görmemişlerdi.
Dokumacı kafileye yetiştiğinde, onu ilk hoca fark etti. Arkadaşlarını eğlendirmek maksadıyla yanına yaklaşıp;
- Komşu, dedi, haccını ifa ettin mi sen de? Bizimki aynı safiyetle cevap verdi:
- Şükürler olsun hocam, günahıma isyanıma bakmadı Rabbim. Fakir kuluna da nasip etti hacı olmayı.
- Hacı oldum diyorsun ama, hüccetini aldın mı bari, berat verdiler mi sana da?
- Yoo, berat ne ola ki? Nasıl verirler?
- Amma yaptın be komşu! Kim Beytullah'a yüz sürerse ona bir berat verirler. Cehen-nemden azat olduğunun nişanesidir o. Yoksa sen bunu hiç duymadın mı?
Bak, işte bizim beratımız...
Hocanın cümlesi yarım kalmıştı. Dokumacı birden feryat ederek Mekke'ye geri koşmaya başladı. Ne hüccetten haberi vardı, ne berat almıştı. Koşuyor, ağlıyor, inliyordu.
Nihayet Mescid-i Haram'in kapısından içeri girdiğinde perişan haldeydi. Kabe'nin kapısına varıp yapıştı, eşiğe yüzünü sürüp yalvarmaya başladı:
- Ey zenginler zengini Rabbim, ey ihsan edenlerin en cömerdi, ey alemlerin sahibi, senin lütfün, senin ihsanın bütün cihanı kaplar. Kulların beratlarını almışlar, azat olmuşlar cehennemden. Ben de senin kulunum, bana berat verilmedi. Yoksa ben azat olanlardan değil miyim?
Gözlerinden sicim gibi yaşlar akıyor, kâh ellerini Kabe'nin eşiğine vurarak çırpınıyor, kâh semaya kaldırıp dualar ediyordu. Bu halde kendinden geçti, kapının önüne yığılıp kaldı. O esnada yanına birisi geldi, elinde tuttuğu şeyle dokumacıyı hafifçe dürterek, gülüm-seyen bir yüzle "bırak artık inlemeyi" dedi; "kaldır başını, al işte beratın, var git arkadaşlarına yetiş."
Kağıdı eline alınca dokumacı, mis gibi bir koku yayıldı. Daha önce gördüğü kağıtlar gibi değildi bu. Yazısı nur, rengi nur, kağıdı nur... Öptü, başına koydu beratını. Şükürler edip, elbisesinin içine, kalbinin üzerine yerleştirdi. Sevinçle arkadaşlarının yanına koştu.
Hoca onun geldiğini görünce, arkadaşlarını dürterek, işte, dedi, geliyor bizimki. Biraz daha alay etmek istiyordu. Dokumacının gülen yüzünü görünce sordu:
- Ne o komşu, beratını almış gibisin...
- Aldım ya, bu fakiri de geri çevirmediler.
- Görelim hele şu beratı, bakalım bizimkine benzer mi?
- Buyur hocam, ben kaybederim belki, seninkinin yanında dursun, olmaz mı?
Hoca beratı eline alınca bir çığlık atıp atından aşağı düştü. Kokladı, yüzüne gözüne sürdü yemyeşil bir kağıdın üzerine nurdan yazıyla yazılmış, kokusu insanı kendinden geçiren beratı. Ağlıyor, ah ah, diyordu, yazık boşa geçirdiğim bu ömre, yazık bütün bildiklerime, öğrendik-lerime. Keşke ben de şu komşum gibi saf ve samimi olaydım. Keşke beni de Allah ile aldatsalardı, ah...
Dokumacı olanlara anlam veremiyordu. Hem zaten bir şey düşünecek durumda da değildi. Herhalde adet böyle olsa gerektir, diye düşündü. Bağdat'a vardıklarında ayrılacakları sıra beratı tekrar hocaya uzattı:
- Al bunu, sende kalsın hocam. Ben ölünce kefenimin içine koyarsın, sana vasiyetimdir.
Hoca beratı evine götürüp bir sandığa kilitledi. Her şey yine eskisi gibiydi Bağdat'ta. Hoca biraz değişmişti, hepsi o kadar. Suskun bir adam olmuş, talebe-lerini dağıtıp ticaretle meşgul olmaya başlamıştı artık.
Gel zaman git zaman, şehir dışından döndüğü bir gün, dokumacının vefatını öğrendi. Ağlayarak evine gitti, vasiyeti yerine getiremedim diye üzülüp dövünerek sandığı açıp baktı ki, berat yerinde yok. Şaşırdı, belki de bizim çocuklar vasiyeti yerine getirmişlerdir, diye düşündü. Evde kimse yoktu, merakını yenemeyip, mezarlığa gitmeye karar verdi. Kabrin başında durup dualar etti. Dokumacının siması gözünün önünden gitmiyordu. Delice merakına gem vuramayıp, mezarı açıp berat var mı yok mu diye bakmaya niyetlenince bir ses işitti:
- Mezarı açma. Biz birine berat verir de, sonra onu darda mı bırakırız? Verilen berat sahibini buldu. Bizimle aldanan aldanır mı hiç?