Bu aralar çok sık gündeme gelen çoklu maaşlar, haksız kazançlar ve huzur hakkı ile ilgili birkaç tahlil yapmak istiyorum.
Bu aralar çok sık gündeme gelen çoklu maaşlar, haksız kazançlar ve huzur hakkı ile ilgili birkaç tahlil yapmak istiyorum. Öncelikle niye bu aralar çok sık gündeme geldiği ile ilgili ya da niye çok konuşulduğu ile ilgili yorum yapmakta fayda var. Malumunuz insanoğlu en çok kendisinde olmayana dikkat kesilir ve o onun ilgi alanına girer. Kişi para sıkıntısı çekiyorsa her konuştuğu konu paraya gelir. Ya da iş sıkıntısı çekiyor ise her konuştuğu konu işe gelir. Yani bu çoklu maaşlar ve huzur hakkı vatandaşın gündemine onun ihtiyacına ulaşamadığı için girdi diyorum. Vatandaşın işe, aşa, paraya ihtiyacı olmasaydı bunlar konuşulmayacaktı diyebiliriz.
Bana göre konuşulan huzur hakkı değil, huzur hakkını alan kişiler. Kamuoyu o kişilerin hak ölçüsü ile değil de başka nedenler ile huzur hakkı almalarına tepkili. Ve bu tepki her huzur hakkını alana değil, birkaç yerden hem maaş hem de huzur hakkı alanlara. Peki, nedir bu tepkinin nedenleri.
Aslında vatandaş diyor ki; ben bu durumda iken sen o durumda olamazsın. Yani, benim 25 yaşındaki genç, dinamik, idealist kardeşim dururken sen 70 yaşındaki ruhen, fiziken, aklen yıpranmış vatandaşına en kilit yerlerde en yüksek maaşı veremezsin.
Yani diyor ki; sen 65 yaşından sonra kapıcılık bile yapamazsın diyen yasalarına rağmen 65 inden sonra bu ülkenin en stratejik noktalarının yönetim kurullarına sırf sana yakın diye birilerini getirip koyamazsın.
Yani diyor ki; devlet her üniversite mezununa iş bulmak zorunda mı diyenler var. Peki devlet, 70 yaşını aşan eski bakanlara, mevcuda alkış tutan sanatçılara, eski vekillerin kızlarına, 22 yaşındaki çocuklarına iş bulabiliyor da bize mi bulamıyor?
Yani diyor ki; devletin malını kendinize harcarken çok cömert, millete harcarken çok cimri olmanız bizce de sizce de ne kadar normal?
Yani diyor ki; devlet aile şirketi değil. Devlet ehliyet ve liyakat esaslı bir sistemler manzumesidir. Kurulan bu yeni sistemde referanslar her şeyin önünde ve bu sistemle zengin daha da zenginleşirken fakir daha da fakirleşiyor.
Hülasa vatandaş diyor ki; çiftçi Ahmet Efendi bin bir sorunla okutup ziraat mühendisi yaptığı evladına asgari ücretli bir iş bulamazken, eşini erken yaşta kaybeden Emine Bacı gündelik işler ile okutup öğretmen yaptığı kızına devlette bir kapı bulamazken, pazarcı Mustafa Dayı ekonomik sıkıntılardan dolayı ancak liseyi bitirmesini sağlayabildiği evladına sigortalı bir iş bulamazken kamuoyunun yakından bildiği siyasetçi ve bürokratların çok da ihtiyacı olmamasına rağmen dolgun bütçeli şirketlerin yönetim kurullarına girmesi ne ilahi ne de insani yasalarda meşru değildir. Yani vatandaş diyor ki devletimin bana verecek üç kuruşu yok da bu yönetim kurullarına nasıl milyonları oluyor.
Kulağa ne hoş geliyor dimi; ‘’Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem. Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.’’ Eğer bu yapılanlar zulüm ise bizim dur dememiz gerekmiyor mu? Aynı gelenekten geldiğimiz büyüklerimiz bizlere hep şunu söylemezler miydi? ‘’İdarecileri zengin olan devletlerin halkı fakirdir’’ diye. Şayet bu yapılanlar adil değilse ve adalet ahirete kalırsa zulmedenlerin vay haline. Unutmayın ki! Allah imhal eder, ihmal etmez…
Bizim inandığımız inancın temelinde ‘’Devletin dini adalettir’’ düsturu vardır. Eğer bir inançtan bahsediyorsak kazancımızın hem yasal, hem de helal olması gerekmiyor mu? Yoksa keyfimize göre bir hoca bulup istediğimiz şekilde bir fetva ya da bir izin çıkardığımızda acaba kendimizi mi yoksa yaradanı mı kandırmış oluyoruz.
Unutmayalım ki; yasal olan her şey helal değildir. Hele o helal olmayan şey devletin malı ise vay onu kursağından geçirenlerin haline.
Size huzur olan birilerini huzursuz etmesin…