Uzun yıllar ceza evinde yatmış, ceza evinde bir ömür çürütmüş dostum; bana hep şunu derdi.

         Uzun yıllar ceza evinde yatmış, ceza evinde bir ömür çürütmüş dostum; bana hep şunu derdi. “Cinayet işlemek Allah katında tüm insanlığı öldürmekle eşdeğer günaha sahip olsa da, cinayet işleyen bir insan aslında bir kişiyi öldürmüyor, birçok kişiyi de yaşarken öldürdüğü gibi;  öncelikle katil olan biri hem kendisini hem de ailesini yaşarken azar azar öldürüyor. Ben ceza evindeyken namus hariç cinayet işleyen tüm katil zanlılarının derin bir pişmanlık içinde olduklarını gördüm. Bazı mahkûmların, el ayak çekilince eşinin ve çocuklarının fotoğraflarına bakıp ağlarken çok gördüm. ’’

        Bir öfkeye kurban ediliyor, baharında yaşamlar. Bir öfke anında yetim bırakılıyor çocuklar. Cinayet işleyen biri yalnızlığın ve yaşam kavgasının en ağır yükünü bindiriyor eşinin ve öldürdüğü insanın eşinin omzuna. Hayat hem ölenin, hem de öldürenin ailesi için çekilmez olur. Bu acıların ve yalnızlıkların tek nedeni hâkim olmadığımız öfke ve hesapsız hayat felsefemizdir. Oysa o kadar ucuz ve hesapsız olmamalı insanın yaşamı.

          Hiçbir şey, insanın eşinden, çocuğundan sevdiğinden ve en önemlisi özgürlüğünden daha değerli olmamalı. İnsan yitirmemeli Allah’a inancını, hesabını yapmalı ahirettin, lanetlemeli şeytanın, bozmalı fesadın oyununu ve en önemlisi gem vurulmalı öfkesine!

         İnsanı diğer canlılardan ayıran en büyük özelliği düşünebilme yeteneğidir. Bunun içindir ki, en şiddetli bir kavga anında insan beyini ve bedeni ayrı hareket etmemeli. Karşısındaki bir insana ister bir yumruk sallasın, ister bir bıçak darbesi, isterse bir kurşun sıksın. Salladığı, o bıçağın ve sıktığı o kurşunu önce kendisini, ardından tüm ailesini, hele Siverek gibi bir yerde yaşıyorsa tüm sülalesini yaralayacağını bilmelidir. Bugüne kadar haberini yaptığım tüm cinayet olaylarında şunu çok iyi tespit ettim. Bir cinayet işlense de, hep iki aile dramı, yalnızlığı, yoksulluğu yaşanmıştır.

        Dün bir yardım kuruluşunda gönüllü çalışan arkadaşımın anlattığı, bir cinayet olayında iki mağdur ailenin hikâyesi, aslında bana hiç yabancı değildi.

        Yaşanan bu aile dramlarında acı, yalnızlığın ve ölüm korkusunu yükünü yine kadınların çektiği gerçeğini bir kez daha anımsadım. Arkadaşımın ısrarı ile yaşanan bu dramı siz okurlarımla paylaşmayı uygun buldum.

         Bir cinayetten dolayı eşi ceza evinde bulunan bir bayan, yardım için kendilerine başvuruda bulunmuş. Eşi ceza evine düştükten sonra çocuklarıyla bir başına kalmış. Bayan Önce çocuklarını alıp şehirden köye babasının yanına göç etmek zorunda kalmış. Bir müddet çocuklarıyla babasının evinde kalan bayan, babasının yoksul ve topraksız olmasından dolayı tekrar köyden şehir merkezine gelmiş.

         Çocuklar küçük, çalışacak eve ekmek getirecek kimse yok, kadının çalışabileceği ve aynı zamanda çocuklarına sahip çıkabileceği bir işte yok! Tüm yaşanan bu yoksulluklara ve yalnızlıkların yanında birde ölüm korkusu sarmış kadını. Kadın kendisi için ölümden korkmuyor, çocukları olmazsa belki ölümü kendisi seçecek. Kadının korkusu biri 12, diğeri 10 yaşında olan iki oğlu. Kadının tüm korkusu, öldürülen adamın yakınlarının bir gün gelip, çocuklarından birini veya ikisini birden vurmaları. Kadının ekonomik imkânları el vermediği için başka bir şehre taşınamıyor. Ölüm ve açlık korkusu içinde olan kadın, kocası tarafından öldürülen adamın eşine ve yetim kalan çocuklarına yürekten yanıyor. Bu güne kadar kimseden yardım talebinde bulunmayan kadın, yardım kuruluşundan yaptığı başvuru yüzünden eziklik yaşıyor.

          Tüm bunlara rağmen onun asıl korkusu yavrularından birinin bir gün öldürülmesidir. Bu yüzden yaşadığı korkularını, gözyaşları arasında şu kelimelerle dile getiriyor. “Her günüm ölümden beterdir. Ölen bir kez ölüyor, ben her gün, her gece ölüyorum. Kocamın işlediği cinayetten sonra rüzgâr sesinden bile ürker oldum, eskiden cesur bir kadındım, kendim için korkmuyorum, tüm korkum çocuklarım için. Gece kedinin ayak seslerinden bile ürker oldum. En ufak bir ses duyduğumda, lambayı yakmadan ellerim titreyerek  yüreğim ağzıma gelerek  perdeyi aralayıp  dışarıya bakıyorum, hayatım boyunca  bir kedinin beni böylesine korkutacağını  hiç tahmin etmiyordum. Çocuklarımın dışarı çıkmalarını istemiyorum.   

   Olaydan sonra bende dışarı çıkmadım. Büyük oğlumu köyde bıraktım, küçüğünü alıp geldim. Allah hiç kimseye bu derdi göstermesin, her gün ölüm korkusunu yavrusu için yaşamak ölümden de beter!”

         Yazdıklarım herkesçe bilinmesine rağmen bir kez daha, öfkesini yenemeyenlere, en ufak bir tartışmada bile düşünmelerine katkı sunmak istedim.

           Şu gerçeği hep hatırlayalım; Bir insan birine bıçak sallarken, kurşun sıkarken önce yüreğine sonra ailesinin tüm yüreğine sıkıp yaralıyor, bu yara öyle bir yara ki ölümden beter bir acı veriyor.

          Öfkenin yerine, anlayışı, kinin yerine sevginin, kavganın yerine barışın hâkim olduğu bir Siverek dileğiyle.

                           Saygılarımla…